top of page

Handan Dayı

“Satılık Deniz Parseli”, 2020

 

Her şeyin insan için olduğu düşünülen Antroposen çağda, doğa özne, insanın doymak bilmez açlığı ile istila edilmiş durumda. Bu çalışma, ironik tavrı ile doğadan yana bir eleştiri sunuyor.  Deniz üzerine yerleştirilmiş “olmayan yer” medyaya verilen satılık ilanıyla alıcısını arıyor.

Çiğdem Yola

"Ruh ve Zaman, Düş ve Göç", 2020

 

“ Zaman nedir ki? ”

“Zaman deniz kenarında çakıl taşları ile oynayan bir çocuktur.”

                                                          “ Sonsuzluk ve Bir Gün, T. Angelopoulus ”

 

Denizin ve karanın ayrıldığı yerde, kıyıdayım

Su ve toprağın buluştuğu yerde

Su ve toprak

Düş ve gerçek

Yaşam ve ölüm arasındaki sınır gibi..

“Herkesin ölümlü olduğu bir dünyada, zorbalık ve savaşlarla kazanılmış toprak parçalarının ve bunu meşrulaştırmak için çizilmiş sınırların ne anlamı vardır ki? ”(1)

 

Ve onca zaman!

Öylece durdum!

Sonra bıraktım ruhumu denize

Uyanır diye uykusundan

Su berraktır

Tuzuyla sarar

Ve sonra

Umudu arayanların yurtsuz gözleriyle baktım kıyıya..

 

  1. Perihan Taş Öz, ‘ Sonsuzluk ve Bir Gün’ Filminde Zamanın Ontolojik Sorgusu TOJDAC,Nisan, 2019

Batuhan Öztürk

“Karar Vermeden Önceki An”, 2020

 

Sanırım bir sahil kentinde yaşamanın en güzel tarafı kıyının sakinlerine sunduğu açık diyalog alanı. Kara ile denizin buluştuğu bu ara bölge, arafta kaldığım anların sığınma mekanı. Buraya gelince uçsuz bucaksız bir açıklığa kapatırım kendimi, zihnim bir seyre ilişir. Denizle konuşmak aslında çocukluğuma dair bir pratik yani o zamandan bu zamana gelişen bir diyalog biçimi. Ne zaman bir şeyle başka bir şeyin arasında kalsam bu ara bölgeye iniyorum. Üzerine oturduğum kara parçası, hareketli bir deniz, kararsız bir rüzgar, yer yer bulutlar ve kesintisiz bir çizgi olarak ufuk; burası arafta bir aralık, “karar vermeden önceki an”.

Hamdi Can

“Venedik”, 2020

 

Hayal ve gerçeklik, gündüzle gece arasında kurulan bir gecekondunun Ankara’nın gettosundan Venedik kıyılarına uzanma ihtimali.. Sanatçı, “Venedik”te kıyısı olan bir gecekondu düşü kuruyor. Köksüzleşmiş, Akdeniz boyunca uzanan eğreti bir yapı hayali..

Gülden Ataman

“İsimsiz”, 2020

 

Değişimlerin yarattığı sarsıntılara alışıncaya kadar aynı yol üzerinde binlerce adım atmıştı. Her mevsimde kilometrelerce yürüdüğü yol, ona her zaman huzurla birlikte, hiç kaybolmayan bir sonsuzluk manzarası bahşetmişti. Tek bir kıyısı varmış gibi görünen bu “sonsuzluk manzarası”, her adımında onu düşünmeye teşvik ederdi; ‘Ya gözlerim buna yetseydi, diğer ucunu da bir bakışta görebilseydim’.

 

Farklı günlerde gördüğü farklı renkler, hissettiklerine örtüşürdü. Her gündoğumu başka türlü gelirdi. Hissettiği her rüzgâr dokunuşu farklı gelirdi. Gözlerini kapatıp dinlediği dalgaları düşünürdü. “Sonsuzluk manzarası”nın görebildiği sınırını, kara parçalarının değil de rüzgârların belirlediğini düşünürdü. Her esintide yeni bir sınır çizilir, yerinde ıslak çakıl taşları bırakıp yeni bir çizgiye yer açardı.

Kemal Tizgöl

“Yabancı”, 2020

 

Kendini arayan bir şeydi o. Zorlu süreçlerden geçerken, karanlıktan göz kamaştıran güneşli alanlara

yol alırken derisini bırakıyordu bir yılan gibi arkasında. Atıyordu yükünü artık kendisine dar gelen.

Her yerde olabilirdi.

Ait hissetmiyordu kendini belirli bir yere.

Bir oda, bir ev, bir şehir, bir manzara…

Geçiciydi varoluşla kurduğu ilişki, belki de anlık.

Yabancıydı.

Tekinsiz.

Bulunduğu yer ile var olmak istedi, ondan bir şeyler taşımak içinde, onu anlamak.

Bir kayanın kenarına ilişivermek, kayayı hissetmek, onu kucaklamak, kaya olmak, kaya gibi düşünmek.

Maria Aslanbey

“Kıyıdayım”, 2020

 

Kıyıdayım.

Ayaklarımın altında ılık taşların yüzlercesi..

İyotlu nemli havayı içime çekiyorum.

Sahilin kalabalığı içinde kendime ait bir alan kuruluyor; bedenim, gölgem, izlerim, bakışım..

Sol köşede yalnız yüzen bir insan, diğer tarafta küçük adaya kaçmış sineklerin tanrısı, az ötede fırtınalı günlerin balıkçısı…

Kıyı insanlarının rutinine tanık, kendi içimdeki alan bir manzara kurguluyor, telaşsız ve gündelik.

Özge Yağcı

“In-Flux”, 2021

 

Hiçliğe açılan nesneler.. Duvarlarıyla kendini var etmeye çalışan bir düzlem.. Ev mi eve benzer bir şey mi? Yokolma biçimleriyle kendini var edenler, evi ev yapan ojeler bütünü.. Bir düzenin keşmekeşi, yersizliğin topografyası.. Buradalıklarından teker teker sıyrılıyorlar.. Peki doğa, doğa bir yerleşme biçimi mi? Tüm bu garip şeyler kendi varlığına eksik, evin düzleminden doğaya çıkıyorlar. Bir yüz görümlüğü mü, doğanın davetkarlığnın takınması gereken, yoksa tümüyle yabancı bir bakış mı? Ev onu dışlıyor, kendi içinde mimetik ölüdoğa kurguları.. Tüm bu ölü şeylerle ne yapmalı? Ölümün yeniden tesisi, varlığın kaçış çizgisi.. İşte köşe başlarından duvarlara oradan tüm bu garip nesnelerin uzuvlarına dokunan ölü bir el.. Her temas bir deliği kapatıp, varlığın toposuna biraz daha yerleşiyor, cisimleşiyor.

bottom of page